5 Eylül 2014 Cuma

GÖLÜN KENARINDAKİ ADAM (15) Bojidar Çipof


Bu yazı; 2010'da başladığım ve bu sene bitirmeyi hedeflediğim bir romandan bölümlerdir. İlk 5 bölümü burada yayınlanmıştır. 6 ile 14. bölümleri romanda okuyabileceksiniz.

Hikâye; bir yandan henüz ilk 5 bölümde tarif edilmemiş bir kadını arayan öte yandan günümüz yaşamındaki negatif olguları sorgulayan bir Adamın içsel çığlıklarıdır.

Romanın yarısında Adam, modern yaşamın tüm imkânlarını ve çevresini bir kenara bırakarak, içsel hesaplaşmalarını yapmak için bir gölün kenarında derme çatma bir kulübede yaşamaya başlamıştır…

Adam; gölün kenarında oturuyordu. Gün düşmüş, hava kararmaya başlamış ve gecenin sessizliği kendini göstermişti. Gölün durağan suları çok hafif, belli belirsiz dalgacıklar oluştururken sessizliği bozan tek unsur kuşlar ve böceklerdi. Aslında onun birkaç tavuğu ve bir de horozu vardı. Ama nedense batımında az da olsa arada çıkan sesleri bu gün batımında gelmiyordu. Adeta doğaya, doğanın kendi sesine yol verir gibi, tabiatın yüce gücüne saygı ile eğilircesine bu gün batımında susmuşlardı.

Tabiat ne yüce bir kudrete sahip” diye düşündü adam… Ve ne kadar zamandır burada yaşadığını anımsamaya çalıştı. Son zamanlarda bunu yapamadığını hatırladı. Burada deli gibi akan zamanı ölçen bir saat, haftanın günlerini belirtir bir takvim,  ayları belirleyen bir unsur yoktu. Burada salt tabiat ve “O” vardı. Tabiat ve ortasında bir adam… Yalnız bir adam…

Adam; çok uzun süre evvel saatini çıkarmış ve zaman mevhumunu kendi sezgisi ile tayin etmeye başlamıştı. Hem saat da neydi ki? Gün ve güneş, gece ve karanlık... Bu iki mevhum çok bile geliyordu ona. O gölün kenarında yaşayan adamdı. O yalnız bir adamdı…

Bu gün batımında başka bir hüzün içinde olduğunu fark etti. Yalnızdı… Kim bilir kaç ay, hatta yıldır burada yaşamaktayım dedi içinden. Evet, günleri ayları takip etmek zordu belki ama yıllara ne oldu? “Ben nerede ucunu kaçırdım dedi” kendi kendine.

Zor bir soruydu bu. Çok da kolaydı aslında bunu hesaplaması. Yaz ve güz. Sadece bu iki mevsimi kendine istina alsaydı işi çok kolay olacaktı. Ahşap kulübesinin bir yerine, her yaz ve güz için sadece birer çentik atsaydı bu kolaydı belki ama o ana değin bunu dahi yapmamıştı ki!

Ben tembel miyim?” diye sordu ve yanıtı hemen verdi. “Hayır, ben tembel değilim” Nasıl tembel olabilirdi ki doğanın ortasında tek başına. Doğanın muhteşem güzelliği, cömertliğinin yanında acımasızlığını da çok iyi öğrenmişti. Ancak bu tecrübe ona acı günlere mal olmuştu. Aç kalmıştı! Resmen uzun süre bu yaşama alışana kadar aç kalmıştı!

Doğa nimetlerini cömertçe sunmuyordu aslında, çünkü doğa tembel değildi ve tembelleri de sevmiyor, onları aç bırakarak sınıyor, eğitiyor ve tek başına yaşamaya alıştırıyordu. O da alışmıştı ama… Kendine yetmeye, kendi için yetiştirmeye, kendi için bir takım gereksinimlerini temin etmeye alışmıştı. Yaşayarak öğrenmişti.

Gölün kenarında, bir ahşap kulübede yaşayan ve kendine yeten bir adamdı artık. O gölün kenarındaki yalnız bir adamdı. Bu gece farklı bir duygu yükünde olduğunu kendine itiraf etti. Hatta bunu arada sırada, hatta çokça yaptığı gibi yüksek sesle kendine de söyledi.

Kendi kendine yüksek sesle konuşmaya da çok süre evvel başlamıştı. Buraya gelmeden evvel almış olduğu eğitim ve şehir yaşamı süresince edindiği donanımlar sayesinde aslında o bilgisi ve kültürü yüksek biriydi ve düşünen biriydi. Hoş zaten burada en cömertçe sarf edebildiği şey de düşünme değil miydi? Burada düşünme kavramını yüksek sesle ortaya koyduğunda bu düşünce kavramı halini almıyordu. Düşünme kavramının paylaşılabilir olması durumunda ancak düşünce kavramı halini aldığını çok iyi bilenlerdendi…

Peki, neden arada sırada yüksek sesle konuşmaya karar verdiğini sordu kendine… Soru ile yanıtı da aynı anda ortaya koydu. Tabi kendi kendine… Yüksek sesle bir takım düşünmeleri ortaya koymasının tek sebebi; ses tellerinin ve kulaklarının yetilerini kaybetmemesi içindi. “Yoksa benim psikolojik bir sorunum yok. Kendi kendine konuşan sorunlulardan değilim” dedi, tabi yine yüksek sesle ve yine kendi kendine…

Burada çok az kişiyle karşı karşıya gelmişti. Yolunu kaybeden birkaç gezgin… “Bu gölde balık var mıdır?”  Ya da “Bu civarda hiç av hayvanı gördünüz mü?” diye soran birkaç acemi avcı. Sadece üç kez çok uzakta olan bir kasabaya gitmişti. O da eksilen çok temel bazı ihtiyaçlarını satın almaya. Bunlar tabi ki gıda değildi. O kendi gıdasını kendi yetiştiriyor, tutuyor, besliyordu. Biraz kibrit, çok az hububat, gazyağı ki onu da çok az tüketirdi.  Çay ve kahve de alırdı ve kahvesini çok cimrice tüketirdi. Çünkü burada kahve yetiştirmesi mümkün değildi. Satın aldığı kahve çekirdeklerini basit şöminesinde bir bakır kap içinde kavurur ve el değirmeni ile çektiği kahvesini pişirerek, günbatımında yudumlamayı çok severdi. Bu ona sanki her akşamüstü yapmak zorunda olduğu bir ritüel gibi gelmekteydi. Tabi kasaba dönüşündeki günlerde kahveyi biraz bolca kullanırdı ama sonraki günlerde kavurma için atılan kahve tanelerini azaltırdı.

Çay o kadar sorun değildi ve çok az çay yapardı. Hemen kulübesinin yanındaki ıhlamur ağacı da vardı ki bu ağacın yapraklarını tüketmesi mümkün olmazdı. Hoş, o eski yaşamında çayı da pek içmezdi ya…

Arada sırada “Ben bu çayı niye alıyorum?” diye de sorardı kendine. Sonra gülümser ve “Ya bir misafir gelirse, ne ikram ederim?” diye düşünmeye başlardı. O an hiç misafiri olmadığını ve kimseye bir çay yapmadığını anımsadı. Balık ve av diye gelenler ve yolunu kaybeden gezginlere ne kadar ısrar ettiğini ama adamların çok az konuştuktan sonra oturmadan gittiklerini anımsadı. Yahu “Bir bardak suyunuz var mı?” diye de sormamışlardı ki. Burada yalnız, tek başına yaşadığını garipsediklerini de anımsadı.

O; kasabaya gittiğinde, bazı temel ilaçlar ve en önemlisi eskiyen usturasını yeniler ve traş sabunu da alırdı. Buraya gelirken yanında burası için azımsanmayacak miktarda para getirmişti. Şehirde yaşayan biri için çok da büyük bir miktar değildi belki. Ama burada çok uzun aralıklarla gittiği kasaba alışverişleri ile parasının bitmesi mümkün değildi. “Yaşamım boyunca bana yeter” diye düşündü.

Onun burada tek bir lüksü vardı. Gün aşırı olduğu sakal tıraşıydı. Bu onun kendisine olan saygısından kaynaklanan bir alışkanlıktı. Zaten her gün olmasını gerektirecek kadar sakalı uzamazdı onun. Fakat her zaman traşlı ve temiz olmalıydı. Elbiseleri daima tertemizdi. Uzunca bir süredir artık sabun kullanmıyordu. Bazı yapraklar ile karıştırdığı çamur ile elbiselerini yıkar, sonra gölün içinde durular ve asardı. Bu yöntemi sabunu tükenince kendi kendine bulmuştu. Doğa kendini yeniler ve temizlerdi. O da doğanın içinde ve doğanın bir parçasıydı artık…

Kendi odun kömürünü de kendi üretiyordu. Bunu hiçbir yerde okumadığını, burada kendi kendine bulduğu yöntemle kendi odun kömürü imal ettiğini düşündü. Evet, yanında bir miktar getirmişti. Buraya gelmeden evvel bir eskicide, kömürlü bir ütü bulmuş ve ne kadar sevinmişti. Gölde yıkanan giysilerini düzenli olarak bu ütü ile ütüler ve sonra giyerdi. İş yaparken giydiği tulumu bile ütülediğini düşündü. Sonra gölün kenarında kendi ile baş başa kaldığında, kahve içme ritüeline başladığında bu temiz ve ütülü giysiler içinde ve traşlı olmayı kendine olan saygısı için yaptığını düşündü.

Ne olursa olsun kişinin kendine olan saygısını yitirmemesi gerekli” dedi kendi kendine. Şehirden kaçmaya karar vermeden evvel de kendine bakardı. Evvela kendisine sonra da etrafındaki insanlara olan saygısı gereği, o hep düzgün giyimli, traşlı dolaşır ve etrafından saygı görürdü.
Acaba şimdi ne yapıyorlar?” dedi kendi kendine. Eski işi ve arkadaşları şu an onu düşünüyorlar mıydı? Nerede olduğunu, ne yaptığını, hatta sağ olup olmadığını düşünen var mıydı? Bu soruya bazen “Hiç sanmam” bazen de “Vardır bir anımsayan beni” der ama çok da üzerinde durmazdı.

Arkadaşları aslında onu çok severlerdi. Çok kişi vardı etrafında. Ve bunlar gerçek dostlarıydı. Buna inanıyordu.” Evet, beni hatırlıyorlardır” dedi bu kez. Hem o kimseye bir kötülük etmemişti ki. “Tek kötülüğüm kendime” diye düşündü.

Zor bir karar ermiş, uzunca bir süre planlamış,  gideceği yeri tespit etmiş, alt yapısını hazırlamış, iki ay süresince her hafta buraya gelmişti. Bir kulübe yapacak kadar kereste, temel ihtiyaçlar ve gereken aparat ile aletler. Tencere, tabak v.s.

Son gelişini anımsadı. Boşalttığı evinden kalan son eşyalarını, giysilerini ve diğer malzemelerini taşıdığı günü düşündü. Geri gidecek ve dostlarıyla helalleşecekti. “Ben buralardan gidiyorum” diyecekti.

İşte yapamadığı tek şey buydu. Hayatımın tembelliği de dediği olurdu bu son seferi yapamadığı için…

Ama soracaklardı, eşeleyeceklerdi, belki bir ipucu bırakabilirdi. Ardına düşerlerdi belki. Düşerler miydi?

Sanmıyorum” ya da “Tabi ki” bu sorunun yanıtı içinde yoktu onun. Son seferi yapamamıştı. Korkmuştu!

Geride bıraktığı, sorumlu olduğu tek bir akrabası yoktu. Bu konuda müsterihti. Peki, neden korkmuştu? Kendinden mi? Ya da yüzleşmek zorunda kalabileceği biri mi vardı? Var mıydı?

Evet, vardı ve o bunu yapamamıştı.

Kolayı mı seçmişti yoksa en zoru mu?

İşte bu akşam aslında aklına takılan buydu.

O korkmuştu!

Aldığı eğitim, bu yaşa kadar oluşan donanım, hepsi boştu. Yapamadığı ya da yaptığı, başka bir şekilde ifade etmek de gerekirse korktuğu ya da korkmadığı çok fazla göreceli ve bir o kadar da çelişki dolu bir sonuç ortaya çıkarmıştı…

İşte ütülü giysiler ve düzenli tıraş olmasının sebebi belki de ruhunun bir kısmının şehirde kalmasıydı. O hem burada, hem de oradaydı. “Kendime olan saygımdan dolayı” demek de gerçeği, “Sanki hala oradayım” demek de gerçeği yansıtıyordu.

İkilem mi? Elbette ikilem ve çelişki...

Aynen yaşam gibi…

Doğum ve ölüm gibi…

Ya da burada ve şehirde olmak gibi...

Bu düşünceler, bu akşam kafasını fazlaca karıştırdı. “Bu gece farklı bir gece olacak. Bu gece hemen uyuyabileceğimi sanmıyorum” diye düşündü.

Uzun bir gecenin karanlığına doğru adımını attı ve yatağına uzandı. “Bu gece düşüneceğim” dedi kendi kendine.

Hem sabah kalk borusu çalan mı vardı ki!

Uzun bir gecenin karanlığına doğru düşünmeye başladı.

O gölün kenarındaki yalnız bir adamdı…


Bojidar Çipof
02 Nisan 2010


(Devam Edecek)